Mevlanâ Celâleddin-i Rûmî, önemli bir mutasavvıf olarak 8 asır önce yaşamış ve doğu ile batı kültürlerini birleştiren bir ünlü şairdir. En önemli eseri olan Mesnevi, 25,618 beyitten ve 6 ciltten oluşan bir şiir kitabıdır. Bu eser, beyitlerin yanı sıra ek olarak hikayeleri de içermektedir. Mesnevi’de, insanlar ve hatta hayvanlar arasında geçen birçok hikaye bulunmaktadır. Bu hikayeler çoğunlukla esprili bir dille anlatılmış olsa da, Mesnevi’den Seçmelerde amaç, okuyucuya ders vermek ve öğütler sunmaktır. Mesnevi’den Seçmelerde Hikayeler, bu amacı güden seçilmiş hikayeleri içermektedir.
Mesnevi’den Seçmeler Kitap Özeti
Fare İle Deve
Çok eski zamanlarda, kendini beğenmiş ve şımarık bir fare ile akıllı ve alçak gönüllü bir deve bir arada yaşarmış. Bir gün karşılaşıp arkadaş olmaya karar verdiler.
Fare, kibir dolu bir şekilde deveye yaklaştı: “Sana rehberlik etmeliyim!” dedi. “Seni yularından çekip istediğim yere götürmeliyim!”
Deve, arkadaşının küstahça teklifine olumlu yanıt verdi ve birlikte bir süre yol aldıktan sonra küçük bir dere kenarına vardılar. Ancak dere, devenin bile diz kapaklarına kadar gelmeyen bir sular bolluğunu sunuyordu. Fare, suyu görünce korkuyla fısıldadı: “Ben buradan geçemem!”
Deve, çıkışarak cevap verdi: “Ne bekliyorsun? Kılavuz önde gider, hadi bakalım, suya dal!”
Fare endişeyle mırıldandı: “Ama su çok derin, görmüyor musun?” Fare mahcup bir şekilde boyundan büyük işlere giriştiği için kıpkırmızı kesildi.
Deve ise yumuşak bir sesle şu sözleri söyledi: “Senin için küçük olabilir, ama benim için çok büyük. Artık kılavuz olmaktan vazgeçiyorum. Keşke daha önce düşünseydim de boyumdan büyük işlere kalkışmasaydım.”
Deve, herkesin kendi sınırlarını bilmeli ve kibirlenmeye kapılmamalıdır, dedi.
Kayıkçının Dersi
Kendini beğenmiş bir gramer bilgini, boğazı karşıya geçmek için bir kayık kiraladı ve rahat bir şekilde oturdu yerine. Kayıkçı, olgun ve alçak gönüllü bir kişiydi. Sessizce küreklere asılıyor, yolcusunu güvenli bir şekilde karşıya geçirmek ve biraz para kazanmak istiyordu.
Denizin ortasına geldikleri sırada Bilgin, küçümseyen bir tavırla sordu: “Sen hiç gramer okudun mu? Dil biliminden anlar mısın?”
Kayıkçı, içtenlikle cevap verdi: “Hayır efendim, ben sadece cahil bir kayıkçıyım. Dediklerinizden hiçbir şey anlamam.”
Bilgin hayretle, “Vah vah,” dedi, “ömrünün yarısı boşa gitmiş!”
Bir süre sonra rüzgar şiddetini artırdı, dalgalar büyümeye başladı. Denizde fırtına çıktı, Bilgin korkmaya başladı. Kayıkçı, olağanüstü bir çaba sarf ederek kurtulmaya, yolcusunu sağ salim karşıya geçirmeye çalıştı. Ancak durum giderek kötüleşti. Bilgin, kurtuluş ümidinin kalmadığını görünce kayıkçıya dönüp sordu: “Efendim, yüzme biliyor musunuz?”
Bilgin üzgün bir şekilde, “Ne yazık ki bilmiyorum,” diye inledi.
Kayıkçı, “Vah vah,” dedi, “şimdi ömrünün tamamı boşa gidecek! Keşke gramer bilgiye ek olarak yüzme de bilseniz de canınızı kurtarsaydınız.”
Tilkinin Adaleti
Arslan, kurt ve tilki bir araya gelip avlanmaya çıktıklarında, akşam olunca bir yaban öküzü, bir dağ keçisi ve semiz bir tavşan avladılar. Avlarını ormana getirdiklerinde kral arslan, kurda dönerek:
“Bunları, aramızda adaletle taksim et bakalım!” diye emir verdi.
Kurt, saygıyla, “Padişahım,” dedi, “yaban öküzü en büyük av olduğu için size layıktır. Keçi orta boyda, orta irilikte, o da benim olsun. Tilki de tavşanı alsın.”
Arslan, kurdun taksimine şiddetle karşı çıkarak, “Sen kim oluyorsun da ben varken pay istiyorsun?” diye kükredi. Bir pençe darbesiyle kurdun sonunu getirdikten sonra tilkiye döndü:
“Haydi,” dedi, “avlarımızı bir de sen taksim et!”
Tilki, içindeki korkuyu gizleyerek, “Aman efendimiz,” dedi, “pay etmekte neymiş? Bu semiz öküz sizin kuşluk yemeğinizdir, keçiyi gün ortasında yer, akşama doğru da tavşanla kendinize ziyafet çekersiniz!”
Arslan, tilkinin taksimini beğenmiş gibi görünerek, yüzü gülmeye başladı: “İşte adaletli bir taksim böyle olur,” diye mırıldandı. “Bu çeşit pay etmeyi kimden öğrendin sen?”
Tilki, başını çevirip yerde yatan kurdu gösterdi: “Padişahım,” dedi, “tabi kurdun halinden…”
Arslan, bu cevaptan oldukça memnun oldu: “Aferin,” dedi, “alçak kurttan ibret aldığın için avların üçü de senin olsun!”
Evet, akıllı kişi, çekinilen belada dostlarının ölümünden ibret alır ve nerede, nasıl davranması gerektiğini bilir. Sen aklın ve kurnazlığınla hem canını kurtardın, hem de avların tümüne sahip oldun. Haydi afiyetle ye.
Kum Hesabı
Çöllerde dolaşan bir filozof, devesiyle birlikte seyahat eden bir köylüyle karşılaştı. Köylünün nereden geldiğini ve nereye gittiğini öğrendikten sonra, devenin yanlarına sarkmış çuvalların içinde ne olduğunu sordu.
Köylü, “Birine buğday, diğerine kum doldurdum,” diye cevap verdi.
Filozof, “Buğdayı anladım ama kumu neden doldurdun?” diye sordu.
Köylü, “İkinci çuval boş kalsaydı denge bozulurdu!” dedi. Filozof gülerek, “Denge sağlamak için buğdayın yarısını bir çuvala, diğer yarısını da öbürüne doldursaydın, belki daha akıllıca davranmış olur, zavallı devenin yükünü azaltmış olurdun,” dedi.
Köylü şaşırmış bir şekilde filozofa bakmaya başladı. “Sen, padişah ya da vezir olmalısın! Bu kadar bilgi ancak onlarda bulunabilir,” dedi.
Filozof, “Hayır,” dedi, “ne padişahım, ne de vezir. Ne de zengin bir dükkan sahibiyim. Mangırım bile yok. Elimdeki deynek ve eski kıyafetlerimle çöllerde dolaşıyorum.”
Köylü, bu cevap karşısında memnun olmadı: “Çekil git yanımdan!” diye bağırdı. “Senin içi boş bilgi ve felsefenden daha iyi bir şey bulamamışsın. Torbamın birinde kum, diğerinde buğday olması, senin bilgi ve hikmet dediğin şeyden çok daha iyidir!”
Öğüt
Akıllı bir adam, yolculuğa çıkan arkadaşlarına şöyle uyarılarda bulundu: “Geçeceğiniz ormanda birçok tehlike var. Karnınız acıktığında, kuvvetsiz ve semiz olduklarına bakıp fil yavrularını avlamayın. Anneleri pusudadır ve evlatlarına zarar verildiği anda amansız bir düşman haline gelirler. Öğüdümü tutarsanız iyiliğe kavuşursunuz.”
Arkadaşları teşekkür edip ayrıldılar. Ancak ormandaki yolculukları pek çetin geçti. Bir süre sonra açlık ve susuzlukla başa çıkamayarak yapayalnız dolaşan güzel bir fil yavrusu gördüler. Verilen öğütleri unutup hırsla saldırdılar. Yavru fili yatırıp kestiler ve etinden kebap yaptılar. Kısa zamanda derin bir uykuya daldılar. Ancak aç adam, sürüyü bekleyen bir çoban gibi uyanıktı.
Akşama doğru kızgın bir fil çıkageldi. Korkuyla kendine bakan uyanık ve aç yolcunun etrafında üç kere dolandı, ağzını üç kere kokladı. Onda yavrusunun kokusunu alamayınca uyuyanların ağzını koklamaya başladı. Evladını kebap edip yiyenleri tanıyınca birer birer havaya kaldırmaya ve hırsla yere çarpıp öldürmeye başladı. Geride sadece yavrusunun etinden yemeyen akıllı ve uyanık adam kalmıştı. Anne fil, ona hiç dokunmadan ormanların derinliğine çekilip gitti.
Akıllı adamın öğüdünü tutarak kibir, hırs ve şehvet kokusunu taşımayan tek kişi o oldu. Duaları kabul olur ve insanlar birçok beladan korunur. En iyisi bilge insanların öğüdünü tutup, ağızları ve gönülleri kokutmamak, öyle değil mi?
Tavşancık İle Aslan
Ormanların kralı dehşetle kükrüyor, karnını doyurmak için kendinden güçsüz hayvanları avlamaya devam ediyordu. Ondan kaçmak ve kurtulmak neredeyse imkansızdı.
Günlerden bir gün ceylanlar, tavşanlar, dağ keçileri, zürafalar ve diğer hayvanlar topluca bir araya gelip, bu kötü gidişe dur demek istediler. Topluca kral aslanın huzuruna çıkarak:
“Efendimiz,” dediler, “biz aramızda anlaştık. Her gün ölüm korkusu çekmek yerine içimizden birinin gönüllü olarak kurban olmasına razı olduk. Böylece siz hiç yorulmayacaksınız, avınız ayağınıza gelecek ve biz de korkudan uzak bir şekilde yaşayabileceğiz.”
Kral Arslan, bu teklife razı oldu. Nihayet günler geçti ve kurban olma sırası tavşana geldi. Zavallı tavşan ölümden çok korkuyordu ve kendi ayağıyla gidip Arslan’ın pençeleri arasında can vermek istemiyordu. Ancak parlak bir fikir buldu. Ormanda oyalanıp gidişini geciktirdikten sonra Arslan’ın karşısına çıktı.
Arslan, aç ve sinirli bir halde:
“Niçin bu kadar geç kaldın?” diye sordu.
Tavşan, boynunu büküp:
“Hiç sormayın efendim,” dedi, “yolda gelirken başka bir aslan gördüm. Kral olduğunu söyleyip size olmadık hakaretler savurdu, elinden güçlükle kurtuldum.”
Kral Arslan daha çok sinirlendi:
“Kim bu küstah?” diye kükredi. “Galiba kanına susamış… Gideyim ve cezasını vereyim onun.”
Tavşan önde, Arslan arkada yola düştüler. Bir süre gittikten sonra derin bir kuyuya ulaştılar. Tavşan:
“İşte size hakaret eden yalancı Kral bu kuyunun içinde, efendimiz!” dedi.
Arslan, kuyuya eğilip bakınca su üzerine akseden kendi şeklini gördü. Bağırıp çağırmaya başladı. Sudaki akside aynı şekilde bağırıp çağırınca kendinden geçip hırsla atıldı ve bir anda buz gibi suların içinde buldu kendini. Küçücük bir tavşan tarafından aldatıldığını fark ettiğinde iş işten geçmişti.
Merak
Meraklı bir adam, Hz. Süleyman’dan hayvanların dilini öğrenmek istedi. Büyük Peygamber, bunun sakıncalarını anlatsa da adam ısrar etti. Nihayet, horozla köpeğin neler konuştuğunu anlamak için çaba sarf etmeye başladı.
Bir gün evin hanımı büyük bir ekmek parçasını köpeğin önüne atmış, fakat horoz hızla atılıp ekmeği kapmıştı. Köpek:
“Niçin benim hakkıma göz dikiyorsun?” dedi. Horoz:
“Merak etme, yarın sahibimizin ineği ölecek, kendine bol bol ziyafet çekersin,” diye cevap verdi. Horozla köpeğin konuşmalarını duyan adam hemen koştu ve ineğini pazara çıkarıp sattı. Ertesi gün yine köpek ve horozun konuştuğunu duyup kulak kabarttı.
Köpek:
“Sen yalan söylüyorsun,” diyordu horoza. “Hani sahibimizin ineği ölecekti ve ben ziyafet çekecektim?”
Horoz:
“Meraklanma,” dedi, “sahibimiz kurnazlık yapıp ineğini sattı ama yarın da devesi ölecek, sen de bolca ete kavuşursun.”
Adam yine koşup devesini pazara götürdü. İyi bir para karşılığı onu sattıktan sonra evine dönerken, “Hayvanların dilini öğrenmek çok faydalı imiş, bir sürü zarardan kurtuldum,” diye seviniyordu.
Ancak sabah olur olmaz yine bahçeye çıkıp horozla köpeğin konuşmalarına kulak kabarttı. Köpek, dünkü gibi horoza çıkışıyordu:
“Hani deve? Hani bolca et?” diye dert yanıyordu.
Horoz:
“Canını sıkma,” dedi, “yarın sahibimiz ölecek! Eş dost başına toplanır, bir sürü yemek pişirilir. Sen de kendine ziyafet çekersin.”
Adam, horozun bu sözleri karşısında donup kaldı. Yüzü bembeyaz oldu. Elleri titremeye, kalbi küt küt çarpmaya başladı. Yarın öleceğini bilmek onu şaşkına çevirmişti. Daha fazla ayakta duramayıp bir külçe gibi yere yığıldı.
Görünüşe Aldanma
Bir avcı, kuşları kolayca yakalayabilmek için kendini ağaç dalları, otlar ve yapraklarla gizleyip çayırlığa oturdu. Önüne bir tuzak kurup, bir avuç buğday attı. Hiç hareket etmeden beklemeye başladı. Bu sırada karnı iyice acıkmış bir kuş gelip, yakınına kondu. Onu böyle sessiz sedasız oturur görünce:
“Sen ne yapıyorsun burada?” diye sordu.
Avcı:
“Dünyadan elini eteğini çekmiş bir zahidim ben!” diye cevap verdi. “Hiç kimsenin işine karışmıyor, burada kendi halimde yaşıyorum.”
Kuş:
“O buğdaylardan biraz yiyebilir miyim?” dedi.
Avcı, bir yetimin emaneti olduğunu söyleyerek kuşu cezbetti. Kuş, avcının gizli niyetlerinden habersiz, onu iyi yürekli ve dünya işlerinden uzaklaşmış bir zahid kimse olarak kabul edip buğdaylara saldırınca, hileci avcının ellerine düştü.
Aldatıldığını anladığında ise iş işten geçmiş, tuzakta binlerce feryada başlamıştı.
Avcı:
“Görünüşe ve söylenen her söze inanırsan sonun böyle olur işte,” diyordu. “Tuzağa yakalandıktan sonra feryadın ne faydası var? Uygunsuz hırs ve hevesler canların düşmanıdır. Önemli olan tehlike gelmeden önce uyanık ve tedbirli olmaktır. Felaket tufanından sonra ağlayıp sızlamışsın, neye yarar?”