Memleketimden İnsan Manzaraları Özet – Nâzım Hikmet

Memleketimden İnsan Manzaraları Özet

Memleketimden İnsan Manzaraları, Nâzım Hikmet‘in 1939 yılında kaleme almaya başladığı ve 1960’ların ikinci yarısında yayımlanabilen bir şiir kitabıdır.

Yazar, İkinci Meşrutiyet döneminden II. Dünya Savaşı sonrasına kadar uzanan geniş bir zaman dilimindeki öyküyü (1908-1945) Memleketimden İnsan Manzaraları’nda destanlaştırmıştır. Bu eser, düzyazı, şiir, senaryo tekniklerinin iç içe geçtiği bir yapıya sahiptir. Memleketimden İnsan Manzaraları, sadece şiir, roman, öykü, oyun, senaryo veya destan gibi tek bir türle sınırlı kalmayan; aksine, bu farklı türleri bir araya getirip sentezleyen yeni bir edebi türün öncüsü olmuştur.

Memleketimden İnsan Manzaraları Kitap Özeti

Beş cilt olarak yayımlanan ve yaklaşık 20,000 mısraya ulaşan “Memleketimden İnsan Manzaraları,” Nazım Hikmet’in şiir sanatındaki zirvesini temsil etmektedir. Nazım Hikmet, eseriyle ilgili ön tasarısını şu şekilde ifade etmektedir:
“İstiyorum ki okuyucu 12,000 mısraı bitirdikten sonra vıcık vıcık insan kaynaşan bir mahşerden geçmiş olsun,
İstiyorum ki bu insan mahşerinin konkre ifadesi okuyucuyla muayyen bir devirdeki, muhtelif sınıflara mensup Türkiye insanları vasıtasıyla Türkiye’nin muayyen bir tarihi devredeki sosyal durumunu anlatsın,
İstiyorum ki ikinci planda, Türkiye cemiyetini çevreleyen dünya durum muayyen bir devrede- anlaşılsın,
İstiyorum ki -nereden gelip, nerede olduğunu, nereye gidildiği? sualine, sahamın içinde azamî imkânlarla cevap verilsin.”

Memleketimden İnsan Manzaraları Şiiri

Haydarpaşa garında
1941 baharında
saat on beş.
Merdivenlerin üstünde güneş
yorgunluk
ve telaş.
Bir adam
merdivenlerde duruyor
bir şeyler düşünerek.
Zayıf.
Korkak.
Burnu sivri ve uzun
yanaklarının üstü çopur.
Merdivenlerdeki adam
Galip Usta
tuhaf şeyler düşünmekle meşhurdur :
“Kâat helvası yesem her gün” diye düşündü
5 yaşında.
“Mektebe gitsem” diye düşündü
10 yaşında.
“Babamın bıçakçı dükkânından
Akşam ezanından önce çıksam” diye düşündü
11 yaşında.
“Sarı iskarpinlerim olsa
kızlar bana baksalar” diye düşündü
15 yaşında.
“Babam neden kapattı dükkânını?
Ve fabrika benzemiyor babamın dükkânına”
diye düşündü
16 yaşında.
“Gündeliğim artar mı?” diye düşündü.
20 yaşında.
“Babam ellisinde öldü,
ben de böyle tez mi öleceğim?”
diye düşündü
21 yaşındayken.
“İşsiz kalırsam” diye düşündü
22 yaşında.
“İşsiz kalırsam” diye düşündü
23 yaşında.
“İşsiz kalırsam” diye düşündü
24 yaşında.
Ve zaman zaman işsiz kalarak
“İşsiz kalırsam” diye düşündü
50 yaşına kadar.
51 yaşında “İhtiyarladım” dedi,
“babamdan bir yıl fazla yaşadım.”
Şimdi 52 yaşındadır.
İşsizdir.
Şimdi merdivenlerde durup
kaptırmış kafasını
düşüncelerin en tuhafına :
“Kaç yaşında öleceğim?
Ölürken üzerimde yorganım olacak mı?”
diye düşünüyor.
Burnu sivri ve uzun.
Yanaklarının üstü çopur.
Denizde balık kokusuyla
döşemelerde tahtakurularıyla gelir
Haydarpaşa garında bahar.
Sepetler ve heybeler
merdivenlerden inip
merdivenleri çıkıp
merdivenlerde duruyorlar.
Polisin yanında bir çocuk
tahminen beş yaşında
iniyor merdivenleri.
Nüfusta kaydı yok
fakat ismi Kemal.
Merdivenleri bir heybe çıkıyordu
bir halı-heybe.
Merdivenlerden inen Kemal
yapayalnızdı
kundurasız ve gömleksiz
ortasında kâinatın.
Açlığından başka bir şey hatırlamıyor
bir de hayal meyal
karanlık bir yerde bir kadın.
Merdivenleri çıkan heybenin
kırmızı, mavi, siyahtı nakışları.
Halı-heybeler
ata, katıra, yaylıya binerlerdi eskiden,
şimdi şimendifere biniyorlar.
Merdivenleri bir kadın iniyor.
Çarşaflı
şişman
Adviye Hanım.
An-asıl Kafkasyalı.
1311’de kızamık
1318’de gelin oldu.
Çamaşır yıkadı.
Yemek pişirdi.
Çocuk doğurdu.
Ve biliyor ki öldüğü zaman
bir şal koyacaklar tabutuna
selâtin camilerinden.
Bir damadı imamdır.
Merdivenlerin üstünde güneş
bir baş yeşil soğan
ve bir insan:
Ahmet Onbaşı.
Balkan Harbinde gitti.
Seferberlikte gitti.
Yunan Harbinde gitti.
“Ha dayan hemşerim sonuna vardık”
sözü meşhurdur.
Merdivenlerden bir kız çıkıyordu.
Çorapta çalışır.
Tophane caddesi, Galata.
Âtifet on üç yaşındadır.
Galip Usta
baktı Âtifet’e,
“Evlenseydim eğer
torunum olurdu bu kadar”
diye düşündü.
“Çalışırdı, bana bakar”
diye düşündü.
Sonra birdenbire aklına Şevkiye geldi.
Emin’in kızı.
Mavi mavi gözleri vardı.
Geçen sene
daha âdet görmeden
Şahbaz’ın arsasında bozmuşlardı.
Sepetler ve heybeler
merdivenlerden inip
merdivenleri çıkıp
merdivenlerde duruyorlar.
Ahmet Onbaşı
yine askerdi
yetişti halı-heybeye.
Öptü elini.
Halı-heybe
ve mavi mintan, palto, siyah şalvar
ve keten lastik iskarpinler,
fötür şapka, sakal,
ve lahurî şal
kuşak
onbaşının omzunu okşayarak :
“Hayıflanma birkaç kalem borç için” dedi,
“hane halkını sıkıştırmayız.
Yalnız biraz faiz biner.”
Haydarpaşa koyunda
martılar inip kalkıyor
denizde leşlerin üstünde.
İmrenilir şey değil
martıların hayatı.
Garın saatı
üçü beş geçiyor.
Siloların orda
buğday yüklüyorlar
İtalyan bandıralı bir şilebe.
Ayrıldı onbaşıdan halı-heybe
gara girdi.
Merdivenlerde güneş
yorgunluk
ve telaş
ve bir altın başlı kelebek ölüsü var.
Kocaman insan ayaklarına aldırmadan
bembeyaz, upuzun taşın üstünde
taşıyor karıncalar kelebeğin ölüsünü.
Adviye Hanım
sokuldu polis efendiye.
Bir şeyler konuşuldu.
Okşadı çocuk Kemal’i.
Ve hep beraber
karakola gittiler.
Ve her ne kadar
bir daha görülmeyecekse de
hayal meyal
karanlık bir yerlerde hatırlanan kadın
çocuk Kemal
yapayalnız değil artık
ortasında kâinatın.
Bir parça bulaşık yıkayıp
biraz su taşıyacak
ve Adviye Hanımın dizi dibinde yaşayacak.

Paylaş:

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir