Memleket Hikayeleri, Refik Halit Karay’ın 1919’da yayımlamış olduğu bir hikâye kitabıdır. Yazar Memleket Hikayeleri’nde 1947 yılında, kitabı gözden geçirip yeni yazılar ve değişiklikler eklemiştir. 100 Temel Eserlede girmiştir Memleket Hikayeleri.
Memleket Hikayeleri Özetleri:
Şeftali Bahçeleri
Bir yaz günü, Akdeniz kıyılarındaki küçük bir Anadolu kasabasının doğal güzellikleri betimlenir. İklim burada son derece yumuşaktır ve yaz aylarında şeftali kokuları her yeri sarar. Akşamüzerleri, kasabada yaşayan birçok memur, deniz kıyısında eğlence ve keyif dolu saatler geçirmek üzere bir araya gelirler. İçkiler, çeşitli eğlenceler, lezzetli yiyecekler ve çalgılar, bu akşam toplantılarının vazgeçilmez öğeleridir. Bu kasaba, Anadolu’nun bir Sadabad’ı gibidir, sazlar çalınır, gazeller okunur ve her türlü keyif arayışı kol gezer. Burada, devrin İstanbul’unun hoş karşılamadığı eğlenceler rahatlıkla gerçekleşir ve memurlar, resmi işlerini tamamen unuturlar.
Bu atmosferde, kasabaya yeni bir yazı işleri müdürü atanır. Adı Agâh olan bu müdür, kasabaya ilk geldiğinde, ikindi vaktinde dairede kimsenin olmamasına oldukça şaşırır. Öğle vakti, herkesin sahile şakalarla inmek için can attığı bir zaman dilimidir. Agâh Bey, bu duruma oldukça şaşırır çünkü kendisi bir idealisttir. Mülkiyeden mezun olduktan sonra Avrupa’ya kaçmış, İstanbul’a döndüğünde ise 4 ay boyunca nezarete alınmıştır. Sonrasında Anadolu’ya atanmıştır ve bu memuriyetle kendini göstermeye, kasabayı düzeltmeye karar vermiştir. Ancak kasabadaki herkes, onun aksine tembel, miskin ve eğlence düşkünüdür. Mutasarrıf, Agâh Bey’e ilk gün rahatına bakmasını söylemiş, Evkaf Memuru ise ona eğlenmesi için tüm imkanları sunabileceğini ima etmiştir.
Başlangıçta Agâh Bey, tüm bu tekliflere direnmiş ve eğlencelere katılmamıştır. Ancak zamanla sıkıntı içinde boğulmuş, çalışamadığı için idealini gerçekleştiremeyeceğini anlamıştır. Muhasebecinin ısrarıyla bir gün şeftali bahçelerine gitmeye karar verir. İkindiüzeri bir merkebe binerler ve su sesleri içindeki şeftali bahçelerine ulaşırlar. Burada sürekli yiyip içerek eğlenirler. Ertesi gün çok yorgun olduğu için işe gitmez, ancak daha sonraki saatlerde yine şeftali bahçelerine gidip eğlenir, havuzda yüzer. Agâh Bey, artık tüm eğlencelere katılmaktadır ve diğer memurlar gibi o da bir merkep almıştır. Çalışma isteğini yitirmiş, eğlencelerden daireye gitmeye zaman bulamaz hale gelmiştir. İlk günkü yalnızlığını ve çalışma aşkını düşündükçe kendi kendine güler ve “Toyluk işte” der.
Boz Eşek
Irmaktan su taşıyan çocuklar, dağ yolunda yerde yatan yaşlı bir adam ve yanında dolaşan boz bir eşek görürler. Çocuklar köye giderek durumu Hüsmen Hoca’ya haber verirler. Akşam olmuştur ve Hüsmen Hoca ile birkaç köylü, yaşlı adamı aramaya giderler. Yaşlı adamın sürekli soluması ve göğsünü göstermesi, hırıltılı konuşması nedeniyle ölümün eşiğinde olduğunu düşünürler. Ancak yaşlı adam giderek canlanır. Çocuklar, yaşlı adamı ve eşeğini köye götürürler ve Hüsmen, misafirleri olduğunu duyurur.
Hava iyice kararmıştır, köy kasabaya oldukça uzak olduğu için yabancılar nadir ziyaretçilerdir. Ancak bir vilayetten diğerine geçen yolcular ara sıra bu köye uğramaktadır ve bu misafirler fakir köyde el üstünde tutulur. Yaşlı adam biraz rahatlar ve göğsündeki sıkıntıyı anlatır. İhtiyara süt getirilir, içerken öksürerek konuşabilir. Hasta adam bir ara çevresindekilere bir şeyler söyler ve ruhunu teslim eder. Yaşlı yolcunun son isteği, eşeğinin ve kemerindeki sekiz altının Mekke’ye vakfedilmesidir.
Köylüler, cenazeyi defnettikten sonra vasiyeti yerine getirmek üzere düşünmeye başlarlar. Bu durumu çözmek için Kadı’ya danışmaya karar verilir. Hüsmen, eşeği yanına alarak kasabaya gitmeye karar verir. Ancak köylüler, eşeği emanet olarak gördükleri için ona yem verirler ve hiçbir iş yükü yüklemezler. Hüsmen, boz eşekle kasabaya gitmek üzere yola çıkar.
Ancak kasabaya vardığında, jandarma çavuşu ve kaymakam ona yardımcı olmaz. Kadı’nın şehirde olmadığını öğrenen Hüsmen, işi iki hafta sonraya ertelenir. Ancak üç seferde de sonuç alamayan Hüsmen, yorgun ve parasız bir şekilde köye geri döner. Köylüler, bu süre zarfında eşeğe misafir gibi bakar ve ona kutsallık atfederler. Ancak Hüsmen’in bu gidiş gelişleri onu yıpratır ve parası azalır.
Bir dönüş esnasında Hüsmen’in yanında eşek yoktur. Kadı, eşeği Mekke’ye ulaştırılacağını söyleyerek alıkoymuştur. Köylüler, vasiyetin yerine getirildiği için rahatlarlar. Ancak bir gün kasabaya giden Hüsmen, Pazar yerinde Kadı’yı boz eşeğin üzerinde görünce hayrete düşer ve ıstırap içinde kalır.
Garip Bir Hediye
Feridun, çarşıdaki kuyumcu dükkânları önünde iki saattir dolaşmaktadır, ancak hiçbirine cesaret edip girememektedir. Elinde sadece bir tıraş fırçası kalmıştır, ancak işlemeli, fildişi saplı bu fırçanın gerçek değerini bilmemektedir. Yahudi tarafından hediye edilen fırçanın değerini sorgular, ancak bu hediyenin kıymeti konusunda şüpheci davranır. Yahudi, fırçanın çok değerli olduğunu ve bir gün işe yarayacağını iddia etmiştir, ancak Feridun bu sözlere pek inanmamaktadır.
Feridun, çaresizlik içinde evine gitmek ister. Aylardan beri çektiği sıkıntılar ve dertler içinde ölümü bir kurtuluş olarak düşünmektedir. Ancak bir kuyumcu dükkânına girme cesareti gösterir ve fırçanın değerini sorar. Kuyumcu, fırçanın beş para etmediğini söyler. Feridun, fırçayı Yahudi’nin hayatını kurtardığı anı hatırlayarak değerlendirmiştir, ancak kuyumcunun tepkisi hayal kırıklığına neden olur.
Feridun, annesinin yanına dönerken İstanbul’un yoksul mahallelerinden birindeki evlerine doğru gider. Annesine durumu anlatırken İstanbul’un zengin semtlerine bakarken sinirlenir ve elindeki tıraş fırçasını sokağa fırlatır. Ancak bir garip olay gerçekleşir, fırça parçalanırken içinden iki elmas parçası çıkar. Feridun şaşkın bir şekilde bu parçaları inceler.
Ertesi gün, tekrar kuyumcuya giden Feridun, elmasları gösterir. Kuyumcu, taşların çok değerli olduğunu söyler. Feridun, aslında Yahudi’nin gümrükten mal kaçırmak amacıyla sıradan bir fırça içine koymuş olduğu değerli iki elmas parçasını bulmuştur.
Yatık Emine
Emine’nin hikayesi, toplumsal önyargılar ve haksız muameleyle dolu zorlu bir süreci anlatıyor. Emine, kaymakamlık tarafından Ankara’ya gönderildiğinde, kasaba halkı tarafından önyargı ve yanlış anlamalarla karşılanır. Ancak Emine’nin gerçek kişiliği, bu beklentilerle çelişir; sakin, korkulu ve içine kapanık bir karakterdir.
Emine’nin güzellik ve çekicilik potansiyeli, çevresindeki erkekleri etkiler, ancak toplumun önyargıları ve arkasındaki trajik hikaye, onu bir dışlanmış haline getirir. Edindiği dost Server’in yardımları bile, mahallenin kadınları tarafından kötü niyetli bir şekilde kullanılır, evinden eşyalar alınır.
Bu zor durumda, Emine’ye yardım etmek isteyen kişiler arasında bile çıkan kıskançlıklar ve anlaşmazlıklar, onu daha da zor bir konuma sokar. Nihayetinde, Emine’nin evine kötü niyetli kişilerin gelmesiyle trajik bir olay yaşanır. Emine, donarak ölü bulunur, bu da onun yaşadığı zorlu hayatın sona erişini simgeler.
Hikaye, insanların önyargıları ve toplumsal normların, bir bireyin gerçek kimliğini ve yaşamını nasıl etkileyebileceğini vurguluyor. Emine’nin hikayesi, insanlık ve empati eksikliği karşısında yaşanan acı bir trajediyi anlatıyor.
Koca Öküz
Hacı Mustafa Ağa her sene pazardan öküz alır. Ekini kaldırır, döveni döndürür, malı ambara taşır, öküzü iyice kullanıp güze doğru pazara götürüp aldığı paraya satar. Bu şekilde karın tokluğuna yaşar. Mustafa, önceden jandarmalık yapmış, Hicaz’a gidip hacı olmuş, gözü açık ve hileci bir adamdır. Memurlarla ve işinin düşeceği kişilerle samimi konuşur, odalarına uğradıkça ikram görür. Ara sıra Mustafa da onlara hediyeler verir.
Ancak bu sefer aldığı öküz tembeldir, fakat Mustafa bunun farkında değildir. Öküz ahıra gidince bir yatar ve kimse onu kaldıramaz. Mustafa, oğlu, yanaşması ve birkaç kişi daha iple çekmeye çalışırlar, ancak hayvanı kıpırdatamazlar bile. Gerektiğinde döverler, ama hayvan hiçbir tepki vermez.
Bir gün Hacı Mustafa, Kasap Cavga Rıza’ya gider ve iyi beslenmiş bir öküzü aldığı paraya satabileceğini söyler. Sorumluluğu tamamen kasaba bırakır, öküzü almaya gelmesini ve öküzün kıpırdamadığını söyler. Kasap kabul eder, ancak iki mecidiye eksiğe alacağını belirtir. Mustafa, bu şartları kabul eder. Ancak kasap öküzü almaya geldiğinde bir dürtmeyle kolayca kaldırır. Bunun üzerine Mustafa sinirlenir ve sebepsiz yere yanaşmasına kızarak tokat atar. Kasap, öküzün kaldırılabileceğini gösterir.
Mustafa’nın sinirleri yatıştırmaya çalıştığı sırada tellâl kasabın dükkânında öküz kesileceğini duyurur, ve isteyenlerin gelmesini söyler.
Vehbi Efendinin Kuşkusu
Vehbi Efendi Düyunu Umumiye idaresinde kantar kâtibidir. Kendi halinde, sakin bir adamdır. Soru sorulmadıkça kendiliğinden konuşmaz. Bütün günlerini evi ve kalem arasında pürüzsüz, değişiksiz bir şekilde geçirmek onu memnun eder. Dört kuruş maaşına rağmen kısmetler ayağına kadar gelmiş olmasına rağmen evlenmemiş, kadın konusunda deneyimi olmayan biridir.
Vehbi Efendi’nin oturduğu bina tahta bir kapı ile ikiye bölünmüştür. Diğer yarısında bir kadın ve iki kızı yaşamaktadır. Büyük kız, Vehbi Efendi’ye cilveler yapar ve onu ayartmaya çalışır. Bir gece Vehbi Efendi dayanamayıp kapıyı çıkarır ve kıza gider, ancak korkusundan hemen geri döner ve kapıyı yerine takar.
Bir gün muhtar, Vehbi Efendi’ye gelir ve yan komşusu kızla evlenmek zorunda olduğunu, çünkü kızı gebe bıraktığını söyler. Vehbi Efendi bunu reddetse de muhtar, kapının çivilerinin yamuk olduğunu ve benzeri örneklerle adamı ikna eder. Kız ve Vehbi Efendi evlenir, dokuz ay sonra çocukları olur. Bir gün Vehbi Efendi kahvenin önünden geçerken mahallenin en çapkın erkeği, Vehbi Efendi’ye çocuğu nasıl yutturduklarını bağırır.
Sarı Bal
Sarı Bal, kasabada eğlence merkezi olarak bilinen bir çengidir. Eğlenmek isteyenler Sarı Bal’ın evine gidip rakısını içer ve onun şovunu izler. Bir gün kapısı çalar, önce kapıyı açmak istemez ancak kapıyı çalanın Hilmi Ağa olduğunu öğrenince mecburen kapıyı açar. Hilmi Ağa kasabada sözü geçen biridir, herkese lâfını dinletir. Sarı Bal, Hilmi Ağa ve arkadaşlarını eğlendirir, sürekli rakı ikram eder.
Ancak kasabaya yeni gelen polis müdürü eğlenceyi yasaklamıştır. Bu yüzden Sarı Bal’ın evinin önünde devriye gezmektedir. Bir gün kar yağdığından dolayı nöbetçilerin ortalıkta olmadığını düşünen Hilmi Ağa ve arkadaşları gelirler. Ancak yanılırlar.
Kapı biraz sonra çalar ve içeri polis girer. Herkesi toplar. Sarı Bal’ın evinde iki yatak bulunmaktadır. Bir tanesinde iki çıkıntı, diğerinde ise bir çıkıntı vardır. Polis, Sarı Bal’ın iki çocuğu olduğunu bilmektedir, ancak üçüncü kişinin kim olduğunu tahmin edemez. Örtüyü açar ve altından çıkan kişi, polis amirine ne diyeceğini bilemez.
Şaka
Şakir Efendi, Servet Efendi ve Nedim Bey, deniz kenarındaki samimi bir kasabada yaşayan üç yakın arkadaştır. İşlerini bitirdikten sonra genellikle balık pazarına gitmeyi alışkanlık haline getirmişlerdir. Memleketin havası, suyu ve lezzetli yemekleriyle dikkat çeken bu kasabada, kadınsızlık konusunda sıkça şikayet ederler. Her akşam gezdikten sonra içmeye gitmek de ortak bir aktiviteleridir.
Bir gün, balık pazarından çıkıp yine içmeye gittikleri sırada, Servet Efendi karşıdan gelen iri, uzun ve ince yapılı bir kızı beğenir. Arkadaşları da ona bu kızın adının Despina olduğunu söylerler. Gazinoya gidip içki içtikten sonra, sarhoş bir halde kumsala doğru yürürler.
Kumsalda karanlıkta, gevrek bir kadın gülüşü ve suların çıpınma sesi duyarlar. Servet Efendi aniden soyunmaya başlar. Arkadaşları şaşkın bir şekilde ne yaptığını sorarlar. Servet Efendi, o sesin Despina’nın sesi olduğunu iddia eder ve poposuna çimdik atmaya gideceğini söyler. Ardından denize atlar.
Ertesi sabah, jandarma kaputu örtülü ıslak bir ceset ağlara dolanmış bir halde bulunur.
Küs Ömer
Zehra, Ömer ile bir hafta içinde evlenmeye hazırlanmaktadır. Ömer, sıradan bir adam değildir ve geçmişinde arabacılık yapmıştır. Ancak bir olay sonrasında arabacılığı bırakmıştır. Hüsmen’in atları, Ömer’in atlarını geçince bu kararı almıştır.
Çocukluğunda güreş sırasında sırtı yere gelince, saveleme gelene kadar kasabaya uğramamış ve bu nedenle “Küs Ömer” olarak anılmıştır. Şu anda ise tütün kaçakçılığı yapmaktadır.
Zehra ile evlendikten sonra, Zehra’nın elleriyle baktığı ve çok sevdiği kazları vardır. Bir gün, Ömer’in sözünden çıkamadığı Eşref Ağa’nın ısrarıyla, kaz dövüştürmeye karar verirler. Ancak dövüşün sonunda Ömer’in kazı yenilir. Ömer, bu duruma içerlenir, eve gelir ve kısrağını alarak hemen uzaklaşır.
Yatır
Eylül ayının gelmesiyle birlikte kasabalı, kışın ihtiyaç duyacakları yakacak ve yiyecekleri hazırlar, böylece soğuk aylara kaygısız bir şekilde girer. Ancak kasabalıları endişelendiren bir sorun vardır. Veba adını verdikleri hastalık, gittikleri köylerde bir çift hayvan bırakmaz ve bölge halkını zor durumda bırakır.
İki sene için hamamı kiralayan İlistir Nuri, hamamda yakacak olarak kullanmak üzere içinde Evliya yatırı bulunan Maslak’taki ormanı gözüne kestirmiştir. Ancak bu durumu çözemediği takdirde, İlistir’i iflas ettirip tarlalarını sattıracaktır.
Bir gün, ak sakallı ve yeşil sarıklı Abdi Hoca ile karşılaşan İlistir, Abdi Hoca’ya Kadri Şeyhi’nin rüyasında üç gündür bir ermişi, yatırları, özellikle de çam kokusunu sevmediğini söylediğini anlatarak kandırır. Abdi Hoca, Kadri Şeyhi’nin rüyasına uygun bir şekilde davranarak Maslak Tepesi’ndeki yatırları azaltır. Bu sayede Abdi Hoca, şan ve şöhretini korur, Maslak Tepesi’nde sadece bir yatırın kalmasını sağlar.
Komşu Namusu
Eyüp’te memur olan Şakir Efendi ile memur adayı Osman Efendi, Baki Efendi’nin karısının pencereye asılan renkli mendillerle aşığına işaret verdiğini fark ederler. Beyaz mendilin “Baki Efendi evde yok” anlamına geldiğini, kırmızı mendilin ise “evde” olduğunu keşfederler. Her gün bu işareti konuşur, tartışırlar.
Bir gün, Osman Efendi ve Şakir Efendi, Baki Efendi’yi akşam yemeğine davet ederek onunla iki tek atmak için bir plan yaparlar. Yemekte konuyu karısının eve bir adam aldığına getirirler. Sonrasında, Baki Efendi’nin evinin karşısında oturan Şakir Efendi’nin evine geçerler ve gece geç saatlere kadar beklerler. Baki Efendi’nin evine bir adam girdiğini görünce Şakir Efendi hemen evine döner.
Ertesi gün Şakir Efendi, merak içinde neler olduğunu öğrenmek için Baki Efendi’yi ziyaret eder. Baki Efendi, evine giren adamın doktor olduğunu ve karısının sağlık sorunları nedeniyle endişelendiğini anlatır. Şakir Efendi, neye uğradığını şaşkınlıkla karşılar ve olayın iç yüzünü öğrendikten sonra düşündükleriyle gerçek arasındaki uçuruma şaşırır.
Yılda Bir
Değirmen Bekir, uzak bir köyde su değirmeni işleten bir adamdır. Ancak hayatında eksik hissettiği şey, bir kadının sevgisi ve varlığıdır. Her günü, bu özlemle geçer, can sıkıntısı içinde kıvranır. Bekir’in tek isteği, hayatına bir kadını almak ve sevgiyle dolu bir ilişki kurmaktır.
Bir gün değirmenin yakınlarında konaklayan göçebe bir aile, genç kız Elif’i yanlarında çalışması için Bekir’in değirmenine gönderir. Bekir ile Elif arasında zamanla duygusal bir bağ oluşur ve birlikte olurlar. Ancak göçebe yaşamı gereği aileleri tekrar göç ettiğinde Elif de onlarla gitmek zorunda kalır. Bekir, bir sonraki yılı ve Elif’in dönüşünü sabırla bekler.
Göçebeler bir yıl sonra geri döndüğünde, Bekir sevinçle Elif’i tekrar değirmende görmeye hazırlanır. Ancak bu sefer Elif’in vücudundaki kapanmış yara izlerini fark eder. Bu durum Bekir’i şaşırtır ve endişelendirir. Ertesi yıl, Bekir, aynı bölgede konaklayan göçebelerin çadırlarına girer ve Elif’i arar. Ancak Elif’i bulamaz.
Göçmenlere Elif’in neden gelmediğini sorar, aldığı cevap ise Bekir’i derinden etkiler. Elif’in kötü bir yola düştüğü, başını birçok belaya soktuğu ve kötülemelerde bulunduğu öğrenilir. Bekir, bu haberi duyduğunda büyük bir üzüntü içinde kalır, ancak elinden bir şey gelmediği için çaresiz bir şekilde oturur.
Sus Payı
Bursa’da bulunan ipek fabrikasında, işçiler günde on dört saat boyunca zorlu koşullarda çalışmaktadırlar. Bu süreçte başlarındaki insanların denetiminde, pis kokular ve hasta nefesler içinde çalışarak zehirlenirler. Genç yaşta, hayatlarının baharlarında bu sağlıksız koşullar nedeniyle birçok işçi yaşamını yitirir. Hasip Efendi, fabrikada işçi başı olarak çalışmaktadır ve sevgilisi Fotika da fabrikadaki koşullar nedeniyle sağlığını kaybetmiş, körpeliğe maruz kalmıştır.
Fotika’nın genç yaşta kaybedilmesi, fabrikadaki sağlıksız çalışma şartlarının ne kadar acı sonuçlar doğurabileceğini gösterir. Fotika’nın cenazesinde bir papaz, Avrupa’daki fabrikalarda nasıl çalışıldığını detaylarıyla anlatarak işçi hakları, çalışma saatleri, ücretler, kanunlar, mücadeleler ve isyanlar hakkında bilgi verir.
Hasip Efendi, öğrendiklerini fabrika sahibi Hidayet Bey’e aktarır. Ancak Hidayet Bey, fabrikasının ustasız kalmasından endişe eder ve Hasip Efendi’nin bu bilgileri paylaşması nedeniyle ona zam yapar. Hidayet Bey, bu konuları dikkate alarak fabrika yönetiminde gerekli önlemleri almaya karar verir ve bundan sonra işlerini daha düzenli bir şekilde yürütmeye çalışır. Bu olay, işçi hakları ve çalışma koşulları konusundaki farkındalığın artmasına ve bir nebze de olsa iyileşmeye işaret eder.
Kuvvete Karşı
Suphi’nin içinde biriken öfke ve kuvvete karşı duyduğu gazap, Amerikalı gemicilere karşı patlar. Tiyatro sonrası birahanede, denizcilerin gürültüsü ve saygısız davranışları, Suphi’nin içindeki tokat atma isteğini büyütür. Ancak kuvvetlere karşı gelme korkusuyla elleri bükülen Suphi, bir şey yapamaz.
Gemicilerin gelmesiyle birahanede yaşanan karmaşada, Suphi’nin masası boş olduğu için denizciler tarafından hedef alınır. Sarhoş gemiciler, Suphi’nin fesini başlarına geçirip onu alaya alırlar. Eve döndüklerinde, içinde biriken öfke ve kuvvete karşı duyduğu gazap, Suphi’yi evden çıkmaya iter.
Suphi, gemicileri bulur ve birine hızlıca yumruk indirir. Ancak gemicilerin kalabalığı, ona karşı bir üstünlük kurar. Bu anlarda, keskin bir cismin beyninin üzerinden geçtiğini hisseder ve yüzüstü çamura düşer. Suphi, kuvvet karşısında yaşadığı bu acziyetle birlikte, duyduğu hırs ve öfkeyle baş başa kalır.
Cer Hocası
Cer Hocası, eskiden mülkiye mezunu olup torpil sayesinde bir memuriyet bulmuştur. Ancak meşrutiyet ilan edilince açığa alınır ve saraya bağlı olmakla suçlanarak kimsesiz kalır. Asım, on günde serseri bir hayata düşer. Paraya ihtiyaç duyan Osman, Ahmet ve Feyzi’nin yanına giderek, hemşehrileriyle birlikte Cer’e çıkmak üzere yola koyulurlar. Köy köy dolaşarak vaazlar verir, Kur’an okur, namaz kıldırır ve kazandıkları parayla geçimlerini sağlarlar.
Yolda, Asım hastalanır ve tedavi için kaldıkları bir köyde imamın evine sığınmak zorunda kalır. Ancak imam, Asım’ın iyileştikten sonra derhal gitmesini ister. Asım iyileştikten sonra yola devam eder. Bir süre sonra başka bir köyde çember sakallı bir kişi, Asım’dan vaaz verip namaz kıldırmasını ister. Asım bu teklifi kabul eder.
Zamanla Asım, imamlık görevine atanır. Bir gece imamın küçük oğlu, Asım’ı kahveden çağırarak babasının çok hasta olduğunu ve ailesinin açlıkla karşı karşıya olduğunu söyler. Meğer imam, hasta olduğu için yerine Asım’ı atanmıştır. Asım, sabah erken saatte cübbesini giyip İstanbul’a doğru yola çıkar.
Bir Saldırı
Hayrullah Efendi, yağmurlu bir kış gününde vapurdan indikten sonra, akşam vakti bayıra tırmanırken alnına bir demirin dayandığını hisseder. Boğuk bir ses, cüzdanını vermesini emreder. Hayrullah Efendi, içi para dolu cüzdanını uzatır. Adam cüzdanı kontrol eder, içinde bir sürü yüzlük ve beşlik bulunan cüzdandan bir tane beşlik alır. Cüzdanı geri verir ve koşarak uzaklaşır.
Hayrullah Efendi, merakla bir beşlik için bu kadar risk alarak onu soygun yapmaya iten adamı takip etmeye karar verir. Adamın takip edildiğinden haberi olmayan bir dükkâna girer ve temel gıda maddelerini alarak çıkar. Hayrullah Efendi, öğrenir ki adam, açlıkla mücadele eden dürüst bir insandır. Mütareke yıllarındaki zorlu hayat koşullarından etkilenmiş, yedek subay olarak aldıkları maaşla geçinemeyen bir kişidir.
Hayrullah Efendi, onun geçmişteki zorluklarını anlar ve bir gün sonra bir kayık erzak hazırlatarak adamın evine gönderir. Hayrullah Efendi, bu eylemiyle sadece bir beşlikten daha fazlasını paylaşır; geçmişteki mücadeleleri ve dürüstlüğü takdir eder.
Teşekkür ederim